Gönderen Kitap Evi Otel Etiketler: ,



Öyle buğuluydu ki yıldızlar düşünce denize, yakamoz duruşu çarşafa dolanıyordu ve yosunlaşıyordu kelimeler köpüklerin dilinde. Hüzün, şafak peşinde sabahı beklerdi, kendini dağıtmak için maviliğe. Ne acı, ne yarın; kendini dinlerdi eski yetmeler. Küçük kum taneleri tuzlu sularda oynaşırdı. Sessizlik; kadın gibi çıplak ayaklarda dolaşırdı en tanhalarında sahillerin. Büyük bir ateş yakılırdı... Gitar ve akordiyon, bir keman sesinde ağlayan bir kadın ve iskeleyi sarhoşlar paylaşırdı.

Deniz bir çarşaf gibi süzülmüştü ayaklarının altına. Rüzgar ihanetleri hatırlatıyordu ve her ikisi de almıyordu bu lanet kelimeyi ağızlarına. Dolunay gbi parlıyordu yüzlerinde keder. Dalgalar bile sarhoştu şarabın kayalıklara vuran kokusundan. Çirozun sirke tadında buruşuk bir kadın ismiydi her ikisinin de söylemeye cesaret edemediği.
...
Bir gece mavisi ve adada yalnızlık. Kim tüketmişti bu saatleri ve kim beklemişti bu sahillerde yıllar öncesinden kalan?.. Şişede son bir mektup ve cam kırıkları ellerinde kanayan. Kadın haklıydı üstelik; suç peşindeydi gözleri. Öyle bir baktı... Öyle bir baktı ki sekiz seneden başlardı, belki müebbetti gözleri. Ne yapsa anlatamazdı, dilinden anlamazdı iskeledi adam. Keman sesinde bir aşktı. Çıplak ayaklarında adamın dokunduğu deniz, balık sırtında küçük kum taneleri ve dudakları şarap gibi kanardı. Adam uzun uzun baktı karanlığın sınırsız uzaklığındaki noktaya. Gözbebekleri küçülmüştü, kendine dönmüştü yüreği. Acı, buruk bir tad vardı ağzında. Şarabın kırmızılığına fena tutulmuştu. Bir sigara yaktı ve denize fırlattı... Sonra bir sigara daha yaktı. İskelede kimse kalmamıştı. Gecenin tek sarhoşu söz geçiremediği ruhu. Şiir gibi bir akşamdı ve böylesi yakışıyordu rüzgara...
Kasım ayında sıcak şarkılar ve tütün kokan akşamlarda başlardı ayrılıklar...

Bir bar taburesi üstünde, elinde bir kadeh kırmızı şarap, dudaklarında yarım bir sigara, gramafonda eski bir şarkı. Aylardan Kasım'dı ve adam yine onu düşünüyordu. Şarabından bir yudum aldı ve miteolojideki tanrılara küfretti. Zeus tanrı olalı belki hiç bu kadar aşağılanmamıştı. "Afrodit çirkindi" dedi adam. "Eros yay tutmasını bile bilmezdi, büyük bir yalancıydı shakespear, öyle diyorlardı."

- Kim? dedi bir kadın. Dudaklarında bir çingene tebessümü, yüzünde ateşler yanan, o ince yumuşak flamenko sesi ile.

Adam dönüp bakmadı, umursamadı. Kadehinden bir yudum aldı. Kadın şaşkındı. Az önce birisi Shakespear için yalancı demişti. Bu ilk değildi, biliyordu. Ama bunu ilk söyleyen adam; yıllar öncesinde bıraktığı, şimdi adını bile bilmediği bir mezarlıkta yatıyordu. Korku ve endişenin sürüklediği merakla yerinden kalktı. Yavaş ve ağır adımlarla adama doğru yürümeye başladı. Omuzları ağırlaşmıştı. Sanki bütün bir dünyayı taşıyordu. Her adım atışında daha bir kararıyordu gökyüzü. Bulutları saçlarına takıp, eteklerinden yıldızlar dökerek adama yaklaştı.
- Bayım, siz az önce ne dediniz?
- Anlamadım.
- Az önce siz, Shakespear için yalancı dediniz.
- Sen Juliet misin?
- Belki evet, belki hayır.
- Belki demişimdir, belki dememişimdir o zaman.
- Küstah!
Kadın kızdı. Öfkeli bir eda ile saçlarındaki bulutları savurarak başını öne eğip adama sırtını döndü. Yere döktüğü yıldızlara baktı. "Dünya" dedi, "Ne kadar da küçük."

Şövalyeler çürük kokan tahta bir masada karşılıksız sorularla ömrü sorguluyorlardı. Kelimeleri kılıç gibi keskin, şimşek gibi birden parlıyordu. Gün batımına kadar at sürmeye yemin etmiş gibiydiler. Onlar olmasalar sanki dünya yok olurdu. Güneş bir daha doğmaz, yağmur bir daha yağmaz olurdu. Dağ çiçekleri dağa küser, bulutlar arşı endam etmez olurdu. Irmaklar kurur, ekinler yeşermez olurdu. Hepsi birer ilahi kuvvetin mahşere koşan atlıları gibiydiler.

Yürüyorsun, peşinden dünya yürüryor. Dursan diyorsun, korkuyorsun; ya dünya da durursa? Ne kadar kolaymış var olup, var oluşunda yok olmak evrenin. Mahşerin dört atlısından hangi biri olmayı düşünür insan? Kırmızı, gri, beyaz, siyah?.. Böyle düşünmüştü kadın geçerken şövalyelerin yanından.
Mahşerin dört atlısı çürük kokan tahta bir masada ömrü sorguluyorlardı.

Belki birazdan kıyamet kopar, bir bakarsın dağlar yürür, volkanlar patlar, kızıla boyanır gökyüzü. Eller semaya açılır, kül yağar yüzlere. Sonra ölü bir sessizlik olur, o ölü sessizliğin içinden dört atlı çıkar gelir günbatımından. Güneş son kez doğuyordur ve kıpkızıldır gökyüzü. Tarihlerden 22 Aralık ve son takvim yaprağı düşmek üzeredir.

Adam oturduğu bar taburesinden hafifçe doğrulup barmene seslendi.
- Barmen! Bana bir şarap daha ama içinde bolca kıyamet olsun. En tozlusundan ama en kızılından olsun.

Barmen, Sultan Süleyman mühürlü şişeden bir kadeh alıp adama uzattı.
- Bu son olsun..

Harun AYDIN